Bu hafta gündemi epey meşgul eden hatta dünya basınında bile yer alan Fenerbahçe maçına ben de gittim, üstelik bir Beşiktaşlı olarak! Bir baktım ki bizim sülalenin hemen hemen bütün kadınları aralarında anlaşmışlar, maça gidiyorlar, beni de bekleyin diyerek takıldım peşlerine.
Elimizde önceden alınmış biletlerimiz olmasına rağmen stad kapısında yaşanan izdihamdan dolayı içeri girmek neredeyse imkansızdı. İtişenler, bağrışanlar, camları yumruklayanlar... Bu kargaşanın arasında stada girmek için çareyi demirlerin üzerinden atlamakta bulduk. Demirin üzerinden atlayacağım sırada bir polisle göz göze geldim. "Napıyorsun?" diye sorunca "İçeriye girmeye çalışıyorum." dedim. Kısa bir müddet beni süzdü ve "Ben yokmuşum gibi davran" dedi... Polisten aldığımız destekle, ailece demirlerin üzerinden atlayarak içeriye girdik. Kapıdaki görevliler bu sefer içerideki kapıyı kapatmaya kalktı. Böylece bir izdihamın daha ortasında kalarak güç bela içeriye girdik. Söz konusu fanatiklik olunca erkeklerden hiçbir farkımız olmadığını anladım. Zamanla öğreneceğimizi umut ediyorum.
Tiz bir ses
FB'li Alex, maç başlamadan hemen önce, kadın seyircilerin arasına girdi ve kendilerini yalnız bırakmadıkları için bir kadına çiçek vererek teşekkür etti. Bu davranış karşısında gönülleri daha çok fethedilen Fenerbahçe'li kadınlar, başlarda tezahürat yapmakta zorluk çekseler de, çok çabuk adapte oldular ve 90 dk. boyunca hiç susmadılar. Ancak stadlarda her zaman duymaya alışık olduğumuz o tok erkek sesi yoktu, onun yerine tribünlerden tiz, cılız bir ses yükseliyordu. Kadınlar da durumun komikliğinin farkında olsa gerek, birbirlerine bakıp bakıp gülüyorlardı. Sonuç olarak herkes için değişik ve komik bir deneyimdi. Hala OFSAYT'ın ne anlama geldiğini bilmeyen kadınlar da maçtaydı, evde kocasına her gün maç izliyor diye kızan kadınlar da...
Ah şu feminizm!
Futbol Federasyonu'nun seyircisiz maç izleme kararını, "Sadece kadınlar ve 12 yaş altı çocuklar cezalı maçlara gidebilir" kararına çevrilmesini aşağılayıcı bulan birçok kadın olsa da, ben bu görüşe katılmayanlardanım. Biz değil miyiz, stadlarda küfür edilmesin, daha sağduyulu bir atmosfer yaşansın diye kadınları ve çocukları stadlara çekmeye çalışan? Şimdi böyle bir uygulama neden ters geldi ki? Bugün stada çocuğuyla giden kadınlar, yarın ailece gidecekler. Stadlarda, döner bıçağıyla başı boş bir şekilde tehlike saçan holiganlar yerine, çoluklu çocuklu aileler göreceğiz. Nitekim eğer kızılan nokta bu kararın "KADINLARI AŞAĞILAYICI" bulunmasıysa, Türkiye'de kadınları aşağılayan, ikinci sınıf vatandaş konumuna düşüren o kadar çok davranış, hareket, baskı, yasa var ki, bu futbol kararı diğerlerinin yanında devede kulak kalır. Benim de feminist bir yönüm vardır ama feminizm de bir yere kadar! Bu kararı aşağılayıcı bulanlar, herhangi bir doğal afet anında "Önce kadınları ve çocukları kurtarın" görüşüne karşı çıksınlar de görelim! Feminizm lafta olmaz uygulama da olur. Bütün kadın sorunlarımız bitti, bir bu kaldı yani!
Son dörtlük: Maç çıkışı yeterli sayıda metrobüs olmadığı için yaşanan ulaşım sıkıntısı nedeniyle bir izdiham daha gerçekleşti. İETT bu anlamda resmen sınıfta kaldı! Sonuçta o gün Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda maç olduğu biliniyordu. Bu yüzden daha fazla metrobüs çalışmalıydı. Zannedersem "Büyükşehir çalışmıyor, yatıyor!"
Staddan görüntüler |
İdrardan karakter analizi!
Hayatımıza giren birçok insanı bir şekilde anlamaya, çeşitli şekillerde iletişim kurmaya çalışırız. Eğer frekanslar tutarsa yola devam eder, yok eğer tutmazsa ilk durakta inerek o yolculuğa son veririz. Şu günlerde öyle insanlar tanıyorum ki, her tanıdığım kişi bana başka şeyler öğretiyor. Bu öğrendiklerim sadece iyi şeyler değiller tabii! Hem iyi, hem de kötü şeyler öğreniyorum! Bu yüzden kimileriyle yoluma devam ederken, kimileriyle vedalaşıyorum...
Öyle insanlar tanıdım ki 1: Haklı olmasına rağmen bir anlık öfkesine yenik düşerek bir hata yapmış.... Her fırsatta bu hatası yüzüne vurulmasına rağmen susuyor, kendi içine atıyor. Tekrar kendini savunmaya kalkarsa, daha çok üstüne gelineceğini biliyor... Bu yüzden susuyor, susuyor, susuyor... Oysaki çok düşünceli, kaprissiz, içi dışı bir, doğal biri. Buna rağmen sabırla bekliyor.
(Herkesin hata yapabileceğini anlamalı ve işin gerçeğini bir de o kişiden dinlemeliyiz. Ön yargı sadece kendimize zarar verir.)
Öyle insanlar tanıdım ki 2: Zeki mi, aptal mı hala anlayabilmiş değilim! Ama çok rahatlıkla kültür seviyesinin sıfır olduğunu, hayattaki tek derdinin İstinye Park'ta alışveriş yapmaktan ibaret olduğunu, şu an ki Cumhurbaşkanının kim olduğunu söylemek için 5 dakika düşünmesi gerektiğini söyleyebilirim. Buna rağmen tüm hayatını maddi manevi garanti altına almış biri. Bir önceki cümleyi tekrar okudum ve bu kişinin zeki olduğuna karar verdim!!!
(Yine de kazara yolda karşılaşırsak, hemen yolumuzu değiştirmeliyiz.)
Öyle insanlar tanıdım ki 3: Öyle ya da böyle bir şekilde hayatınıza dahil olurlar. Birden bire değil belki ama zamanla birbirinizi tanır ve hayata dair bir çok şeyi paylaşmaya başlarsınız. Birden fark edersiniz ki bu kişiye bütün içinizi açmışsınız, dostunuz olmuş. Üstelik hem iyi gün, hem kötü gün dostu... Çünkü bu iki dostu aynı bedende bulabilmek zordur.
(Bu kişiye sıkıca sarılmalı ve hiç bırakmamalıyız.)
Öyle insanlar tanıdım ki 4: Çok tatlı ve rahat bir kişilikmiş gibi görünmek için kendini yırtan ama içinde tam anlamıyla ukala ve kontrol delisi birinin yattığı bir kişilik... Bu tiplerle karşılıklı konuşmaya girdiğinizde sadece kendi konuşur ve sizi minimum seviyede konuştururlar. Çünkü her şeyin doğrusunu kendilerinin bildiğini sanırlar!
(Ara sıra karşılaşma ihtimaline karşı, ufak bir tebessüm etmek ve kuru bir "Merhaba" demek yeter!)
Öyle insanlar tanıdım ki 5: Sadece mutlu olmak, etrafındakileri mutlu etmek ve işinde başarılı olmak için çalışıp, didinen biri. Buna rağmen kimse tarafından takdir görmeyen, yine de buna aldanmadan yoluna devam eden biri. Konuşursa tepki görmekten korkuyor, bu yüzden kendini sadece yaptığı işlerle ve eylemlerle anlatmaya çalışıyor ve doğru zamanı sabırla bekliyor.
(Bir kere fırsat vermekten bir şey olmaz. Ben ona bir şans verdim.)
Son dörtlük: Bu hafta korkunç yoğun geçti. Keza önümüzdeki hafta da aynı şekilde olacak. Fakat Cumartesi gününden itibaren bu iki haftanın acısını çok fena çıkarmayı planlıyorum. Uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla görüşüp, eşimle fotoğraf çekmeye gideceğim. Fotoğraf çekmek için ilginç mekan önerilerine ihtiyacım var. Tavsiyelerinizi bekliyorum.
İnform Ailesinden Funda Taşdemir'in benimle yaptığı söyleşi...
Yeni sezon başlasın...
Eylül ayına hızlı bir giriş yaptık bence, ne dersiniz? Özellikle önümüzdeki hafta açılacak okullardan sonra şehir iyice hareketlenecek. Anlayacağınız yazlıkçılar artık son çırpınışları yaşıyorlar, şehre dönme vakti! Oysaki tüm televizyon kanalları yeni sezonu çoktan açtılar. Ardı ardına bir sürü yeni dizi televizyon ekranlarımıza düşmeye başladı. Bunlardan en iddialı olacak dizilerin başında "Kuzey Güney" dizisi geliyor. Kıvanç Tatlıtuğ "Ezel"de canlandırdığı psikopat rolünü canlandırmasıyla başta eleştirmenler olmak üzere hemen hemen her kesimden çok büyük bir beğeni toplamıştı. Artık her rolde kendini rahatça ispat etmeye başlayan Tatlıtuğ, bu rolün de üstesinden geldiğini daha ilk bölümü seyredince bile anlayabilmek mümkün...Peki ya yazılı basında neler oluyor?
Bazı gazeteler her zamanki gibi ekonomik krizi bahane ederek küçülme yoluna gidiyor, bazı dergilerin çıkışı erteleniyor ya da ekipler küçültülüyor. Bugüne kadar "İnternet gazeteciliği, geleneksel gazeteciliği yok edecek" söylemlerine çok fazla takılmasam da, artık gazete okumak eskisi kadar keyif vermiyor sanırım. Bunun en büyük nedenini daha sabah kahvaltı masasındayken gazetede okuduğumuz bir haberin, öğle saatlerinde güncelliğini yitirmesine bağlıyorum. Kaldı ki artık çevremizde olan her şeyi telefonlarımızdan öğrenecek bilgi gücüne sahibiz... Bu yüzden gazeteler, "bu sefer teğet bile geçmeyecek olan" krizi bahane ederek küçülmeye gidiyorlar. İlerleyen yıllarda gazetelerin tirajları ve dolayısıyla reklamları düşecek ve bu filmin sonunda neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
Dergiler...
Her Eylül ya da Ekim ayında her biri mantar gibi türeyen ve en fazla üç ay ayakta kalabilen dergiler bakalım bu yıl yine türeyecek mi? Cevabım kesinlikle "Evet". Çünkü birçok kişi bu işin zorluklarını bilmeden, sadece "Aaa dergi çıkartmak ne kadar eğlenceli. Neden biz de bir dergi çıkartmıyoruz?" diyerek, dergicilik sektörüne balıklama atlıyor. Aradan geçen bir kaç ay içinde anlıyor ki bu iş, ne uzaktan göründüğü kadar kolay ne de hemen para kazanılıyor! Kaldı ki piyasada kemikleşmiş bir adı olan dergilerin bile sallantıda olduğu fısıltıları dolaşırken, yeni dergilerin piyasada tutunma olasılığı pek yok gibi. Ama farklı bir solukla kapımızı çalan ve bu farkını ispat eden yeni dergilere her zaman kapımız açıktır. Bkz: Mehmet Turgut ve ekibinin çıkarmış olduğu 46 Magazine gibi...
Son dörtlük: Şu sıralar işlerin yoğunluğundan ve hayat koşturmasından o kadar boğuldum ki anlatamam. En sonunda bir kaçamak yapmaya karar verdim ve kendimi Kozyatağı'nda yeni açılan Babor Beauty Spa merkezine attım. Güzellik uzmanı Elif Tunalıoğlu, bir buçuk saat süren 'Babor HSR de luxe - Aging Bakımı'nı yaparken o kadar rahatladım ki, bakımın sona ermesini hiç istemedim. HSR de luxe bakımı, zamanla oluşan pigment lekeleri, kızarıklıkları ve genişlemiş gözenekleri azaltıyor. Ayrıca cildin yaşlanmasını yavaşlatmaya da yardımcı oluyor. Eğer siz de kendinize bir kıyak çekmek istiyorsanız Kozyatağı'ndaki Babor Beauty Spa'ya uğrayın derim. 0216 386 07 72 - 0216 302 28 19
DERİN TASARIMLAR - Ünlü tasarımcı Derin Sarıyer sorularımızı yanıtladı...
By Müge Serçek Bİroğlu - 11:04
Tasarımcılık genin de var! Aziz Sarıyer’in oğlu Derin
Sarıyer babasının yolundan gitti ve şimdi birlikte kendi markaları Derin
Design’da hayallerindeki tasarımlarını gerçeğe dönüştürüyorlar. Biz bu
tasarımcı ailenin oğlu Derin Sarıyer’e kısa sorular yönelttik, öz cevaplar
aldık…
Tasarım sizin için tam olarak ne ifade ediyor?
Mobilya tasarımcılığı ve Derin markasının art direktörlüğünü
yapıyorum. Çevremizde neredeyse her an bağlantı içinde olduğumuz mobilyaların
insanlarla ve mekanla ilişkisi üzerine düşünüyor ve bu alanda çalışmalar
üretiyorum. Tüm bunlar ben için tasarımın unsurları.
Bir tasarımı tam olarak ne kadar sürede tamamlıyorsunuz?
Mobilya tasarımı birçok farklı süreçten oluşuyor. Fikir,
bilgisayar destekli çizimler, prototip ve ürün geliştirme aşamaları ve seri üretim.
Bu kategoriler bazen iç içe de geçebiliyorlar. Genelde her sene yeni bir
katalog çıkarıyoruz yani bir sene içinde bir katalog çıkarabilecek kadar
tasarım yapıyoruz. Bu geliştirdiğimiz ürünleri Milano fuarında sergiliyoruz.
Tahmini olarak bugüne kadar kaç tane tasarım yapmışsınızdır?
Şu an “Derin Koleksiyonu” içinde 30 tane tasarımım
bulunuyor.
Hayalinizdeki her şeyi tasarladınız mı? Mesela hayalini
kurup da tasarlayamadığınız bir şey var mı?
Hayata gerçekçi bir açıdan bakabiliyorum. Çok fazla hayal
kurduğumu söyleyemem. Anlar içinde heyecan duyacağım adımları atmak zaten
yeteri kadar tatmin edici oluyor benim için. Mesela bu ara 2012 koleksiyonumuzu
hazırlıyoruz ve keyfini çıkarıyoruz.
Kendi evinizi siz mi dekore ettiniz? Nasıl bir eviniz var, anlatır
mısınız?
Eşim Beliz Sarıyer evimiz konusunda karar verici konumda.
Genelde mobilyaları Derin firması üretiyor fakat aksesuarlarda ve detaylarda
farklı markalara da yöneliyoruz. Genelde sakin ve huzurlu bir evimiz olduğunu
düşünüyorum. Boş zamanlarımı geçirmekten memnun olduğum bir ev.
Tasarım Türkiye’de ne kadar önemli sizce?
Son 20 senede Türkiye’de ciddi bir ivme kazandı tasarım
olgusu. Eğer sosyal ve ekonomik açıdan çok ciddi bir kriz yaşanmazsa önümüzdeki
10 senede önemli bir konuma gelmeye başlayabiliriz ülke olarak. Şimdilik daha
çok bireysel ve belli başlı markalar Türkiye’yi bir nevi temsil ediyorlar bu
alanda. Akademik anlamda da ciddi bir büyüme var. Çok ciddi sayıda endüstri
ürünleri tasarımcısı mezunumuz var. Bu çok sevindirici.
Bugüne kadar aldığınız ödüllerden hangisi sizin için daha
çok önemli?
Wallpaper dergisi Mild isimli çalışmamı 2004’ün en iyi yatak
tasarımı seçtiğinde çok memnun olmuştum.
Babanız Aziz Sarıyer'le tasarımda ters düştüğünüz noktalar
oluyor mu? Bunun üstesinden nasıl geliyorsunuz?
Genelde çok iyi anlaşıyoruz. Tabii baba oğul ilişkisi
hassastır, bir de birlikte çalışıyorsanız hem teknik hem de duygusal açılardan
içgüdülerinizi de devreye sokarak ilişkinizi iyi yönetmeniz gerekir.
--------
Derin Sarıyer Kimdir?
Derin Design 1971’de Aziz Sarıyer tarafından kuruldu. İkinci
kuşak oğul Derin Sarıyer 1997’de babasıyla birlikte çalışmaya başladı. 1999’da
koleksiyonlarını büyüten şirket, 2000’de dünya pazarına satış yapmaya başladı.
Katıldıkları ilk uluslararası fuar 2000’de New York’taki Çağdaş Mobilya Fuarı
oldu. Baba-oğul Sarıyerlerin ekibinde Bülent Özden, Tanju Özelgin, Arif Özden,
Defne Koz, Mehmet Ermiyagil gibi tasarımcılar var. Derin Design’ın
mobilyalarının özelliği, olabildiğince sade ama aynı zamanda belirgin hatlara
sahip olmaları. Tasarımlarını modern ve hızlı şehir hayatının mobilyaları
olarak tanımlıyorlar. Derin Design, Wallpaper Dergisi’nin Temmuz-Ağustos 2004
sayısında ve Elle Decoration Dergisi’nin İngiltere baskısının Temmuz 2004
sayısında haber oldu. İki dergi de Derin Design’a Milano’da gerçekleşen Mobilya
Fuarı’nda öne çıkan tasarımcılar arasında yer verdi. Tasarım ve trend yaratma
konusunda bir kamuoyu önderi olarak kabul edilen Wallpaper Dergisi
Temmuz-Ağustos sayısında Milano Uluslararası Mobilya Fuarı’nın parlayan
yıldızlarına yer verdi. Derginin seçtiği altı tasarımcının ve ürünlerinin
arasında Türk şirketi Derin Design da yer aldı.
----------
Geçen gün evde öylesine oturmuş televizyon izlerken, eşim bana döndü ve "Neden köşe yazmıyorsun?" dedi. Uzun zamandan beri kafamda dönüp duran bu düşüncenin birden bire suratıma vurulması ben de hem şaşkınlık yarattı hem de iyi bir gaz verdi... Aslında ne zamandır düşünüp duruyordum, ama bir türlü kafamı toplayıp bu işe el atmaya fırsat bulamıyordum. İşlerin yoğunluğunu, hayatın karmaşasını bahane ederek erteleyip duruyordum sürekli...
Bu gazla birlikte tüm cesaretimi toplayıp köşe yazmaya karar verdim. Bu seferde köşem için isim bulmaya geldi sıra... Haydaaa! Ne zor işmiş bu! Tamam blogumun adı Mürekkebimden Damlayanlar'dı ama köşe yazılarım için başka bir isim bulmalıydım. Eşimle birlikte düşündük, taşındık, yazdık, çizdik ve en sonunda "Dört Köşe" ismini bulduk. Neden mi bu isimde karar kıldık? Okuyanlar zevkten dört köşe olsun diye :))) Tamam kabul ediyorum kötü bir espriydi ama yapmadan edemedim. Arada sırada da olsa kötü espirilerin iyi geldiğine inanırım, dolayısıyla arada sırada benden kötü espriler duymaya şimdiden hazırlıklı olun. :) Tamam ciddileşiyorum, "Dört Köşe" ismini; gözüme takılan, içimi sıkan, kulağa hoş gelen her konuyu buraya çizittireceğim için seçtim. Dört bir telden çalacağım yani... Aman yanlış anlaşılmasın, bu yazılarda "Şu gün falancalarla şuradaydım, bugün filancalarla buradaydım, burada yedik, şurada içtik. Alın bu da fotoğrafı" tarzında şeyler göremeyeceksiniz, şimdiden uyarayım. Sadece içime sinen ve gerçekten paylaşmaya değer bulduğum şeyleri yazacağım.Bundan böyle her Cumartesi "Dört Köşe" serisinden bir yazı yayınlayacağım. Bunun için geç kaldım biliyorum ama zararın neresinden dönersem kardır. :)
Bu arada dergiler için yaptığım röportaj ve çekimleri aynen yayınlamaya devam edeceğim.
Cumartesi günü görüşmek üzere :)
MSB
"Evimizin kızı" rollerinde sıklıkla gördüğümüz Bihter Dinçel, eşi Barış Dinçel'le birlikte heyecanlı günler yaşıyor... Altı aylık hamile olan Bihter Dinçel "göbekli" ilk röportajı için bizi seçti.
Söyleşi Müge Serçek Biroğlu
Fotoğraf Tuna Yılmaz
Ebebek Dergisi